30 Nisan 2021 Cuma

Kelebekler-Tolga Karaçelik

 Baskılar her şeyi yıpratıyor. Bu baskının nereden geldiğiyle de alakalı tabii. Mesela Türkiye’de yerinde hiçbir zaman sarsılma olmayan bir kavram var “Mahalle baskısı”. Ülkemizde herhalde başka bir kavram böylesine hakkı verilerek net bir şekilde temsil edilmiyordur. Ben buna “ sokak mobbing’i” diyerek kendi içimde bir noktaya koyuyorum. Bu baskıya alışırız zamanla. Hatta o kadar alışırız ki bir süre sonra aynı baskıyı uygulayan biz oluruz. Ama bir de devletlerin baskısı vardır. Buna engelleme diyebilirsiniz, sansür diyebilirsiniz, haklarınızın elinizden alınması da diyebilirsiniz. Bu baskı türleri neredeyse maruz kalan her şeyi yıpratırlar. Bir tek şey hariç; SANAT!

Şimdi bunlardan niye bahsettim? Çünkü bahsedeceğimiz film tam da böyle bir baskının ürünü. Kelebekler, Tolga Karaçelik’in son filmi. Tolga Karaçelik Türk sinemasının içinde her zaman farklı bir noktada duran yönetmen. Gişe Memuru ile başlayan macerasında iyi ama popüler olmayan, genelde tiyatro kökeninden gelen oyuncularla çalışmayı tercih etmiş, asla ana akım sinemaya yeltenmemiş, ana akıma dahil olmayı bir televizyon dizisi ile denemiş ama bir türlü becerememiş bir yönetmen. Kendisi ünlü isimlerle değil de rüştünü ispat etmiş kişilerle çalışmayı yeğleyen bir yönetmen. “Sarmaşık “ filmini internet üzerinde başlattığı bir kampanya ile destek toplayarak çeken yönetmen ( tabii bunun yanında birçok festival ve dernekten de alınan destekler var) bu filmle birçok festivalde ödüle layık görüldü. En önemli başarılarından biri de “Sundance Film Festivali”nde dünya prömiyerini yapmış olması olan film, Türk sinemasının da adını böyle önemli bir festivalde bir kez daha duyurmuş oldu. Böyle bir sinema yolculuğu olan “indie” yönetmenimizin üçüncü uzun metraj filmi “Kelebekler”.

Öncesinde bir konuya değinmek istiyorum. Tolga Karaçelik “Kelebekler” projesini kafasına koyduğunda yapımcı desteği aramaya başlıyor. Kendisi pek ana akıma yakın olmadığı için büyük yapım şirketleriyle bir bağı yok. Zaten o şirketlerin yatırım yapacağı bir proje de değil “Kelebekler”. O büyük yapım şirketleri desteklediği sinema daha çok gişe kaygısı olan bir sinema. Sanat kısmını pek önemsemiyorlar açıkçası. Hal böyle olunca zaten onları eliyoruz. Elimizde bir tek kim kalıyor? Kültür Bakanlığı. Yönetmenimiz başvurusunu yapıyor. Ve senaryoyu hayata geçirmenin bir anlamı olmadığını düşünen (!) ve filmi tabiri caizse gereksiz gören kişiler desteği vermemeyi tercih ediyorlar. İşte tam bu kısımda “Neye göre, kime göre” sorularını soruyoruz. Yeni birilerine şans verilmesini istiyorlarsa ,Tolga Karaçelik çok yeni bir yönetmen. Kendini ispatlamış olmasını istiyorlarsa eğer, kriter festivallere katılımdır. Sadece “Sarmaşık” ile 40 kadar festivale katıldı ve adaylıkları var. Ortada bir sansür sistemi var. Ve bir ağızdan konuşulmadığında kesinlikle aforoz ediliyorsunuz. İşte bu film böyle zorluklarla çekildi. Çekimleri Milas’taki Hasanlar köyünde gerçekleşen filmin çekimleri tüm zorluklarla beraber 18 günde tamamlandı. Tam bir emek ürünü olan film Sundance Film Festivali’nin “Dünya sineması Jüri Büyük Ödülü”nü aldı. Adeta Türk sinemasının içerisinde bir kardelen pozisyonunda olan film, hiçbir türlü baskı ve ötelenmenin altında ezilmeden hayata geçirilerek bir şekilde başarıya ulaştı. İşte bu yüzden öncelikle bu filme saygı duyuyor ve selamlıyorum. Gelelim filme peki film nasıl?

“Kelebekler” afişinden başlayarak gidersek “Garip bir aile komedisi – Bir garip aile komedisi – Komedisi bir garip aile”. Film gerçekten kendini afişinde harika bir şekilde özetlemiş. Filmin konusu Üç kardeşin yolları yıllar önce ayrılmıştır. Aradan geçen 30 yılın ardından babaları çocuklarını bir araya getirmek ister ve onları Hasanlar Köyü’ndeki evlerine geri çağırır. Kardeşlerden en büyüğü Cemal, onları alır ve nedenini bilmedikleri bir yolculuğa çıkar. Üç kardeş köye gittiklerinde ise babalarının öldüğünü öğrenirler. Babaları, köyün acayipliklerinden biri olan kelebeklerin gelişinde gömülmeyi vasiyet etmiştir. Birbirlerini çok az tanıyan kardeşler köyde kaldıkları süre boyunca yaşadıkları olaylarla kendilerini, birbirlerini ve babalarının kim olduğunu anlamaya çalışıyor.” Başrollerinde Tolga Tekin, Tuğçe Altuğ, Bartu Küçükçağlayan var. Proje de yer alan diğer isimler ise Serkan Keskin, Ercan Kesal, Hakan Karsak ve Ezgi Mola. Konusu itibarıyla aslında melez bir türe ait olan film genel olarak dram- komedi-kara mizah türleri içerisinde geziniyor. Atmosferi de bu gezinmelerin hakim olduğu sekanslara göre ayak uyduruyor. Yani film aslında tam bir türe ait olmamak ile beraber aslında parça parça her türden bize tattırıyor. Sahnelerdeki görüntü kullanımı ve efektleri de filmde buna göre düzenlemiş. Öyle ki kardeşlerin hayatlarından kesitlerin yansıtıldığı ve sonrasında bir araya gelişleri ve köye gidip babalarının ölüm haberini alana kadarki kısımda filmin komedi tarafı ağır basıyor. Köye vardıklarında ve sonrasındaki durumlarda ise film drama yöneliyor. Atmosferi de haliyle soğuklaşıyor. Efekt kullanımında da buna önem gösteren Tolga Karaçelik , filmini komedi olarak konuşlandırmasıyla birlikte aslında sıcak tonları tercih etmiş. Görüntülerdeki sarı ve tonlarının ağırlıklı olması da bunun en büyük göstergelerinden biri. Filmin atmosferi sekanslara göre değişse de genelde sıcak bir atmosfer hakim. Film kara mizaha daha yakın olmasını da aslında bu atmosfer durumu dizginliyor. Yani film komedi – dram – kara mizah üçlüsünün içerisinde güzel bir kontrast yakalamış. Sinematografik açıdan baktığımızda ise kamera kullanımı konusunda sabit kamera kullanımı yerine daha aktüel çalışan yönetmen, aslında bu seçimiyle kişiye olayları kendi gözünden seyretme olanağı sunuyor. Kişiyi karakterlerle özdeşleştirmek yerine filmle özdeşleştiriyor. Yani filmi izlerken “ Ya ben Cemal’in yerinde olsam ne yapardım” diye düşünsek de sonrasında “Böyle bir hayatım olsa ne yapardım ya” diye düşünerek hikayenin geneline yayılıyor seyirci. Kullanılan kamera açılarıyla izleyici genel olarak gözlemleyici rolde tutuluyor. Filmin atmosferine ve hikayeye hakim olmasını bol bol genel çekim ve insertlerle sağlıyor. Hikaye aileyi odak noktası alıyor ve sonrasında genel bir toplum ve düzen eleştirisine dönüşüyor. Bana göre çağımızın en büyük hastalığı olan “bireysellik” ve “aile olgusu” eleştirileri ve sorgulamasıyla da mesajını iletiyor. Filmde karakterler çok derinlemesine işlenmiyor. Karakterlerin sadece belli bir kısmını tanıyoruz. Ağabey Cemal uzaya gidememiş bir astronot, ortanca kardeş Kenan seslendirme sanatçısı ve oyuncu, kardeş Suzan ise mutlu olmadığı ve bitiremediği bir evlilikle mücadele eden bir kadın. Karakterler bir araya gelene kadar kendileri için en fazla bunları söyleyebiliyoruz. Ama üçü bir araya geldiklerinde kopmuş olmalarına rağmen var olan anılarını aktararak hepsi birbirlerini tanıtıyorlar. Her karakterle ilgili tam bir kesin kanıya varacakken bir diyalogla kafamızda o karakter yeniden inşa oluyor. Bu da filmi güçlü kılan kısımların başında geliyor. Film daha çok görüntülerinden değil de senaryosundan güç alıyor. Film alışılagelmemiş ve absürt bir Türkiye’yi izleyicisine aktarıyor. Patlayan tavukların, dini sürekli sorgulayan bir imamın, her sene kelebeklerin ölmek için ziyaret ettiği bir köyden bahsediyoruz. Köyde her kesimden insanın dizayn edilmiş olması da eleştirel unsurları beraberinde getiriyor. Muhtar ve karısının arasındaki ilişkide kadına baskıyı, imamda din ile bilim çelişkisini, hikayenin merkezindeki ailemizle de aile kavramını diyaloglarla sorgulayan yönetmen izleyiciye bunları çok iyi sunuyor. Aile hasretiyle büyümüş kız kardeş üzerinden ailenin hatalarının insanda bıraktığı yaraları, ortanca kardeş Kenan ile ailenin insanın karakter oluşumundaki etkisini, Cemal karakteriyle ise de ailenin hayata bakış açınız üzerindeki etkisini gösteriyor.

Kelebekler Ödüllü Film-Tolga Karaçelik

 


Sundance Film Festivali'nin Dünya Sineması bölümünde Jüri Büyük Ödülü'nü kazanan, Tolga Karaçelik'in yazıp yönettiği Kelebekler, babalarının kendilerini çağırmasıyla otuz yıl sonra köylerinde bir araya gelen üç kardeşin hikâyesini ele alıyor.

30 yıl ayrı kaldıktan sonra, babaları 3 çocuğunu Hasanlar Köyü'ndeki evlerine geri çağırır. Nedenini bilmezler. En büyükleri Cemal, onları alır ve bu garip köye doğru yola çıkarlar. Yıllardır bir araya gelmeyen ve birbirini çok az tanıyan üç kardeş Hasanlar'a vardıklarında babalarının öldüğünü öğrenirler ve babaları, vasiyetinde köyün acayipliklerinden biri olan kelebeklerin gelişinde gömülmeyi istemiştir. Köyde geçirdikleri zaman süresinde yaşadıkları enteresan olaylar esnasında hem birbirlerinin hem kendilerinin hem de babalarının kim olduğunu anlamaya çalışırlar.

29 Nisan 2021 Perşembe

I Care a Lot-J Blakeson

 

Vesayeti altındaki yaşlıların birikimlerinin içini boşaltan düzenbaz bir yasal vasi, bu sefer baltayı taşa vurur. Çünkü dolandırmaya çalıştığı yaşlı kadının oldukça güçlü ve karanlık bağlantıları vardır. Rosamund Pike, Peter Dinklage, Eiza González, Dianne Wiest ve Chris Messina başrollerde.

26 Nisan 2021 Pazartesi

Nomadland Film-Chloé Zhao

 


60’lı yaşlarında olan Fern, Nevada kırsalında yaşamaktadır. Şehirdeki ekonomik çöküşten etkilenen Fern, neredeyse tüm eşyalarının kaybeder. Bu durumun ardından Fern, minibüsünü bir karavan haline getirip, modern bir göçebe olarak yola koyulur.

24 Nisan 2021 Cumartesi

14 Numara - 1985-Sinan Çetin

 Çalıştığı genelevin en güzel kadını olan Yaprak, müşterilerinden temiz yüzlü bir genci sevmektedir. Evlenip bu bataktan kurtulacak ama elinden parasını alan, haince döven, genelevi haraca kesen acımasız Arap’la başı büyük derttedir. Arap, sömürdüğü genç kadını elinden kaçırmamak için genç sevdalıların evlenmelerine karşı gelir. Filmin yönetmenliğini ve senaristliğini Sinan Çetin üstleniyor.

22 Nisan 2021 Perşembe

Ben Hassan Değilim, Onun İneğiyim: The Cow

Şehirden, modern kent hayatından çok uzakta bir köy. Etrafı uçsuz bucaksız düzlüklerle çevrili köyün, şehirdeki modernizm ve sanayileşmeye karşın yoksul bir hayat sürdüren köylülerinden yalnızca biri olan Mashti Hassan (Ezzatolah Entezami), ölüm ve yaşam, aidiyet ve yabancılaşma arasındaki ince ipte yürüyen bir cambazdı. The Cow (Gaav, İnek, 1969), yalnızca Hassan’ın değil, bütün bir insanlığın trajedisiydi. Hakikati, -bir öğrense kederinden ölüverecek olan insanın hakikatini- arayan ilk adım olduğu kadar, o adımı atmaya cesaret eden insanın da kendisiydi.

Fars alfabesinin kıvrımlarından beslenen, elindekiyle yetinmeyi bilip yerelden evrensele ulaşan, sembolik, alegorik imgelerle, varoluşsal öğelerle süslenerek insanı, kendi doğasını keşfe çağıran İran sineması, İran kültürünün, mimarisinin, minyatürünün, kilimlerinin, şiirlerinin izlerini taşıdı. Ayrıntılardan, içsel açmazların toplumsal dertlere aralandığı her meseleden yola çıkan İran anlatısı yalın, özgün ve istikrarlıydı. Felsefenin, edebiyatın ve hayatın her evresinin karmasıydı. Uzun süre Farsi melodramlarda boğulan, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Amerikan filmlerinden medet uman, bir dönem majör film şirketlerinin hâkimiyetine giren İran sineması, sömürgeciliğe, sansüre, Mısır’ın şarkılı türkülü filmlerine karşı direnmiş ve nihayet 1960’ların sonuna gelinmişti. Sadelik, şiirsellik ve toplumsallıktan beslenmekle birlikte estetik kaygı da güden, gerçekler üzerine eğilirken, insanı ekonomik ve siyasi olana değinerek anlatan, alt tabakanın da özümseyebileceği bir dille ifade bulan İran Yeni Dalgası, günümüz İran sinemasının da tohumlarını serpmişti. Dairush Mehrjui’nin Gaav filminde, İran Yeni Dalgasının izleri ilk kez görülüyordu. Film, dönemin demir yumruk rejimi Pehlevi’nin karşısında durmuş, sansüre uğramış ama 1970’teki Venedik Film Festivali’nde ödül almayı başararak özgürlüğünü ilan etmişti.

Sanayileşme yanlısı rejimi eleştirerek şehrin ve şehirli olmanın köylüler tarafından kötü algılandığını anlatmak isteyen Mehrjui, filmi, köyün delisini değnekle kovalayan, ıslatan, ayağına teneke bağlayıp yüzüne çamur süren çocuklarla açmıştı. Köylülerin kendi aralarında, delinin şehirden döndüğünü, orada başa bela olmaktan başka bir şey öğrenmediğini konuşmaları da gösteriyordu ki şehir, içine şeytan kaçmış bir muammaydı.

Koyunları, varları yokları Bolouriler denen göçebe bir grup tarafından sürekli çalınan yoksul köylüler, karşılarına çıkan zorlukları bir zorunlulukmuş gibi yaşamayı sürdürürdü. Onlar için hayati önem taşıyan, bir şekilde toplumsal ilişkilere dâhil olmalarına yarayan üretim araçları olmayınca köylüler, köyün tek ineğine sahip olan Hassan’a saygı gösterirdi. İneğini taparcasına seven, elleriyle besleyen, yıkayan, kurulayan, öpüp koklayan, hastalanmasın diye üzerine titreyen Hassan, köyün tek süt kaynağını elinde bulundurmanın verdiği itibarla, kendisini özel hissederek yaşardı. Bolouriler ineğini çalmasın diye ahırda uyur, onu tüm varlığı, canı, en güzel sözlerin karşılığı olarak görürdü. İnek bir de gebe olunca Hassan, sanki kendisine erkek evlat verecek taze bir gelinmiş gibi ona aşkla bağlanmıştı.

Ancak Hassan’ın köyden ayrıldığı bir sabah, inek öldü. Haber kara bir bulut gibi tüm köye çöktü. Şaşılacak şey ya, ineğin oyunculuğunu da hesaba katmak gerekiyordu. Hassan ahırdan çıkarken dönüp arkasından bakmış, son kez gördüğü sahibine sanki seslenmişti. İneğin ölümünün ardından meydana çukur kazan köylüler, ivedilikle ineği gömmüş, vaktiyle onlara verdiği sütün hatırına, sırayla mezara bir kürek toprak atmış, dualar ve gözyaşları eşliğinde haklarını helâl etmişlerdi. İneğin öldüğünü Hassan’a söylememe kararı alındı. Oyun gereği inek kaçmış, köylülerden Esmayil de onu bulmak üzere peşinden gitmişti. Durum öyle ciddiydi ki köyün delisi, ineğin öldüğünü Hassan’a söyler diye eski değirmene bağlandı. İneğinin boynuna takmak için aldığı bir nazarlıkla köye dönen Hassan, her şeye rağmen haberi öğrendi ve yıkıldı.

Bu büyük kayıptan sonra günden güne kötüleşen Hassan, kendisini ineğinin yerine koydu. Başlarda kaçtığına ikna olmayıp çatının tepesinde yolunu gözlese de, sonradan ahırda ineğin yalağından ot yerken karşımıza çıktı. Söylenenleri duymadı, dış dünyayla ilişkisini tamamen kesip ruhsal bir bölünme yaşadı. O hem Hassan, hem de Hassan’ın ineğiydi. Çatıda nöbet tutan Hassan’ın, kendisinin yolunu gözlediğini söyledi. Kimse Hassan olduğuna inandıramadı onu. Hassan hem burada ahırda hem de çatıda, ay ışığında nöbetteydi.

“Ben Hassan değilim. Ben onun ineğiyim.”

“Kuyruğun nerede, boynuzun nerede eğer ineksen?”

Kuyruğu ve boynuzu olsa Hassan’ın inek olduğuna inanacakmış gibi davranan köylüler, zor anlarda birlik olmayı başarsalar da bu ciddi durum karşısında karar vermekte zorlandı. Eslam adlı, köyde muhtardan daha fazla sözü geçen karakterin lafına göre hareket etmeye, atacakları yeni adımı onun kararlarına göre belirlemeye başladılar. İçinde bulunduğu topluma iyice yabancılaşan, ahıra doluşan insanları Bolouriler olarak görmeye başlayan Hassan, inek gibi bağırıp koşturarak hepten trajik bir hâl aldı. Kafasını ışığa doğru uzatıp çatıda kendisini izlediğine inandığı Hassan’a seslenirken yüzüne vuran beyaz ışık, yakın planlarla çaresizliğini dört bir taraftan resmeden hareketli kadrajlarla birleşince, üstüne bir de ışıkta patlayan silik suratı eklenince, Hassan’ın inekle örtüşümü tamamlandı.

The Cow‘ı öncül kılan bir başka özelliği de teknik anlatıyı bir dil yaratacak şekilde kullanmasıydı. Atlamalı kurgusu, duygu durumlarını vermek için sıklıkla başvurduğu yakın planları, bir anlatım dili olarak kullandığı Hormoz Farhat müzikleri, onu başarılı bir film yapmıştı. Mehrjui, filmin başında inek ve Hassan’ın duygusal sahnelerini destekleyici, sevgi bağını ifade eden uysal bir müzik kullanırken, Bolouriler’in belirdiği sahnelerde gerilim dozu yüksek melodileri tercih etmişti. Hassan’ın kriz geçirdiği anlarda ise iç içe geçen planlar eşliğinde, metalik sesleri, makine çığlıklarını çağrıştıran müzikleri vererek gerilimin tırmanmasına yardımcı olmuştu.

Bolouriler, öldüğünden bihaber oldukları ineği çalmak için geldiklerinde, köylüler, Hassan’ı çalacaklarını zannederek peşlerine düştüler. Artık onlar da inanmıştı Hassan’ın inek olduğuna. Ne yapacağını bilemeyen insanlar, Eslam öncülüğünde Hassan’ı şehre, doktora götürmeye karar verdi. Şehre gidenin sağlıklı dönmediğini bilseler de, Eslam bir fikir üretiyorsa doğruydu. Hassan’ı ahırdan çıkaramayınca iple ellerini bağladılar, bir hayvan gibi değnekle sırtına vurup var güçleriyle çekiştirdiler sonra. İçinde bulunduğu durumu kabullenip ona göre tavır takınan, “Ben ineğim!” diyen Hassan’ın inek olduğuna ikna olan köylüler, kadere razı gelen bir yaklaşımla, başlarına gelenleri tepkisiz yaşamayı sürdüren İran karakterlerinin de bir resmini çizdi. Hassan, köylülerin elinden kurtulunca bağırmaya, durmaksızın koşmaya başladı. Bir inek gibi yamaçtan yuvarlandı, bir inek gibi çamurlara gömüldü.

Dışarıdaki gerçeklikle ilgilenen, doğal ışıktan ve mekânlardan faydalanarak gerçeği inşa eden Yeni Gerçekçi İtalyan sinemasından da izler taşıdığını söyleyebileceğimiz The Cow, insana güzel hayaller kurdurmak yerine hakikati göstermeyi amaç edindi. Sıradan insanın hayat karşısındaki çaresizliğiyle ilgilenen film, şiirsel ve felsefi olanın altında, siyasi ve toplumsal olanı eritip dâhil olduğu akımın öncüsü olarak bütünlüklü ve evrensel bir sonuca ulaştı.

İneğini arzu nesnesi hâline getiren Hassan, sonunda ölüm trajedisiyle karşılaşsa bile saplantı derecesinde bağlandığı gayesinden vazgeçmedi. Hassan’ın trajedisini hazırlayan hem kaderdi hem de onu yoksunluğa sürükleyip bir ineğe sığınmak zorunda bırakan toplumdu. Dışsal nedenler, hayata tutunmak için daha varsıl bir sebep bulamayan Hassan’ı felakete sürüklese de, Hassan bireysel huzura erişmişti. Bir seçim yapmak durumunda kalan insan, sonucu ne olursa olsun seçimini kendisi yaptığı için özgürleşirdi.

Doğadan uzakta, modern kent toplumunun ağırlığı altında tek başına yaşayan bir insan değildi Hassan. O, kendisini inekle özdeşleştirerek özünü dışa vurdu. Öyle bir hâl aldı ki tutkusu, kendi nesnesinin denetimine girerek, aklı, fikri ve tüm duygularıyla birlikte özne olma konumunu yitirdi, ardından yabancılaşma başladı. Önce kendisini, sonra toplumu tanımaz hâle gelen Hassan, başka bir deyişle evrene karşı bir yenilgi yaşadı ancak her bir zerresiyle savaştan galip ayrıldı. Bir rejimin boyunduruğundan, var olmanın gizli öznesinden kurtuldu. İpini koparan bir balon gibi yükseldi. Hakikate çevrilen kamera, şiirsel ve alegorik görevini tamamlayarak hakikatin altında yatanı izleyicisine sezdirdi.

1960’ların sonuna kadar basit senaryolu, melodram unsurlarıyla yüklü Farsi filmlere tutunarak ayakta kalmaya çalışan İran sineması, kendi içtimai ama bir o kadar da şiirsel olan sesini, ancak 60’ların sonunda The Cow ile bulabildi. İnsanı irdeleyen ama sanatsal değerden de ödün vermeyen bir sinema mümkündü. Yeter ki Dairush Mehrjui, Mesud Kimiai, Abbas Kiarostami, Parviz Kimiavi, Bahman Farmanara, Majid Majidi, Mohsen Makhmalbaf, Bahman Ghobadi, Asghar Farhadi gibi ustalar kuşak kuşak doğsun, Füruğ Ferruhzad şiirlerini yazsın, bir devrim üstüne diğeri eklenerek sinema büyümeye devam etsindi.



Gaav (1969) -Dariush Mehrjui - İnek İran filmi

Siyah beyaz fotoğrafik karelerle, köy yerinin sadeliğiyle, yerel ritüelleri yansıtışıyla ve hayvan sevgisinin etkileyici bir türüyle İnek (1969) filmi harika bir eser. Hasan'ın ineğine olan bağlılığı karşısında duygulanmamak elde değil...

Film Gulam Hüseyin Saedi adlı İranlı yazarın Yapı Kredi Yayınları'ndan Bayel Ağıtçıları adıyla çıkan kitabındaki İnek adlı hikâyeden sinemaya aktarılmış.

SİNEKLERİN TANRISI & LORD OF THE FLİES 1990

  Okyanus üzerinde iken uçakları kaza yapan otuz kadar Amerikan askeri okul öğrencisi yakınlardaki ıssız bir tropikal adaya çıkarlar. Kazada...