Şehirden, modern kent hayatından çok
uzakta bir köy. Etrafı uçsuz bucaksız düzlüklerle çevrili köyün, şehirdeki
modernizm ve sanayileşmeye karşın yoksul bir hayat sürdüren köylülerinden
yalnızca biri olan Mashti Hassan (Ezzatolah Entezami), ölüm ve yaşam, aidiyet
ve yabancılaşma arasındaki ince ipte yürüyen bir cambazdı. The
Cow (Gaav, İnek, 1969), yalnızca
Hassan’ın değil, bütün bir insanlığın trajedisiydi. Hakikati, -bir öğrense
kederinden ölüverecek olan insanın hakikatini- arayan ilk adım olduğu kadar, o
adımı atmaya cesaret eden insanın da kendisiydi.
Fars alfabesinin kıvrımlarından beslenen,
elindekiyle yetinmeyi bilip yerelden evrensele ulaşan, sembolik, alegorik
imgelerle, varoluşsal öğelerle süslenerek insanı, kendi doğasını keşfe çağıran
İran sineması, İran kültürünün, mimarisinin, minyatürünün, kilimlerinin,
şiirlerinin izlerini taşıdı. Ayrıntılardan, içsel açmazların toplumsal dertlere
aralandığı her meseleden yola çıkan İran anlatısı yalın, özgün ve
istikrarlıydı. Felsefenin, edebiyatın ve hayatın her evresinin karmasıydı. Uzun
süre Farsi melodramlarda boğulan, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Amerikan
filmlerinden medet uman, bir dönem majör film şirketlerinin hâkimiyetine giren
İran sineması, sömürgeciliğe, sansüre, Mısır’ın şarkılı türkülü filmlerine
karşı direnmiş ve nihayet 1960’ların sonuna gelinmişti. Sadelik, şiirsellik ve
toplumsallıktan beslenmekle birlikte estetik kaygı da güden, gerçekler üzerine
eğilirken, insanı ekonomik ve siyasi olana değinerek anlatan, alt tabakanın da
özümseyebileceği bir dille ifade bulan İran Yeni Dalgası, günümüz İran
sinemasının da tohumlarını serpmişti. Dairush Mehrjui’nin Gaav filminde, İran Yeni Dalgasının izleri ilk kez
görülüyordu. Film, dönemin demir yumruk rejimi Pehlevi’nin karşısında durmuş,
sansüre uğramış ama 1970’teki Venedik Film Festivali’nde ödül almayı başararak
özgürlüğünü ilan etmişti.
Sanayileşme
yanlısı rejimi eleştirerek şehrin ve şehirli olmanın köylüler tarafından kötü
algılandığını anlatmak isteyen Mehrjui, filmi, köyün delisini değnekle
kovalayan, ıslatan, ayağına teneke bağlayıp yüzüne çamur süren çocuklarla
açmıştı. Köylülerin kendi aralarında, delinin şehirden döndüğünü, orada başa
bela olmaktan başka bir şey öğrenmediğini konuşmaları da gösteriyordu ki şehir,
içine şeytan kaçmış bir muammaydı.
Koyunları,
varları yokları Bolouriler denen göçebe bir grup tarafından sürekli çalınan
yoksul köylüler, karşılarına çıkan zorlukları bir zorunlulukmuş gibi yaşamayı
sürdürürdü. Onlar için hayati önem taşıyan, bir şekilde toplumsal ilişkilere
dâhil olmalarına yarayan üretim araçları olmayınca köylüler, köyün tek ineğine
sahip olan Hassan’a saygı gösterirdi. İneğini taparcasına seven, elleriyle
besleyen, yıkayan, kurulayan, öpüp koklayan, hastalanmasın diye üzerine
titreyen Hassan, köyün tek süt kaynağını elinde bulundurmanın verdiği itibarla,
kendisini özel hissederek yaşardı. Bolouriler ineğini çalmasın diye ahırda uyur,
onu tüm varlığı, canı, en güzel sözlerin karşılığı olarak görürdü. İnek bir de
gebe olunca Hassan, sanki kendisine erkek evlat verecek taze bir gelinmiş gibi
ona aşkla bağlanmıştı.
Ancak
Hassan’ın köyden ayrıldığı bir sabah, inek öldü. Haber kara bir bulut gibi tüm
köye çöktü. Şaşılacak şey ya, ineğin oyunculuğunu da hesaba katmak gerekiyordu.
Hassan ahırdan çıkarken dönüp arkasından bakmış, son kez gördüğü sahibine sanki
seslenmişti. İneğin ölümünün ardından meydana çukur kazan köylüler, ivedilikle ineği
gömmüş, vaktiyle onlara verdiği sütün hatırına, sırayla mezara bir kürek toprak
atmış, dualar ve gözyaşları eşliğinde haklarını helâl etmişlerdi. İneğin
öldüğünü Hassan’a söylememe kararı alındı. Oyun gereği inek kaçmış, köylülerden
Esmayil de onu bulmak üzere peşinden gitmişti. Durum öyle ciddiydi ki köyün
delisi, ineğin öldüğünü Hassan’a söyler diye eski değirmene bağlandı. İneğinin
boynuna takmak için aldığı bir nazarlıkla köye dönen Hassan, her şeye rağmen
haberi öğrendi ve yıkıldı.
Bu
büyük kayıptan sonra günden güne kötüleşen Hassan, kendisini ineğinin yerine
koydu. Başlarda kaçtığına ikna olmayıp çatının tepesinde yolunu gözlese de,
sonradan ahırda ineğin yalağından ot yerken karşımıza çıktı. Söylenenleri
duymadı, dış dünyayla ilişkisini tamamen kesip ruhsal bir bölünme yaşadı. O hem
Hassan, hem de Hassan’ın ineğiydi. Çatıda nöbet tutan Hassan’ın, kendisinin
yolunu gözlediğini söyledi. Kimse Hassan olduğuna inandıramadı onu. Hassan hem
burada ahırda hem de çatıda, ay ışığında nöbetteydi.
“Ben
Hassan değilim. Ben onun ineğiyim.”
“Kuyruğun
nerede, boynuzun nerede eğer ineksen?”
Kuyruğu
ve boynuzu olsa Hassan’ın inek olduğuna inanacakmış gibi davranan köylüler, zor
anlarda birlik olmayı başarsalar da bu ciddi durum karşısında karar vermekte
zorlandı. Eslam adlı, köyde muhtardan daha fazla sözü geçen karakterin lafına
göre hareket etmeye, atacakları yeni adımı onun kararlarına göre belirlemeye
başladılar. İçinde bulunduğu topluma iyice yabancılaşan, ahıra doluşan
insanları Bolouriler olarak görmeye başlayan Hassan, inek gibi bağırıp
koşturarak hepten trajik bir hâl aldı. Kafasını ışığa doğru uzatıp çatıda
kendisini izlediğine inandığı Hassan’a seslenirken yüzüne vuran beyaz ışık,
yakın planlarla çaresizliğini dört bir taraftan resmeden hareketli kadrajlarla
birleşince, üstüne bir de ışıkta patlayan silik suratı eklenince, Hassan’ın
inekle örtüşümü tamamlandı.
The
Cow‘ı öncül kılan bir başka özelliği de
teknik anlatıyı bir dil yaratacak şekilde kullanmasıydı. Atlamalı kurgusu,
duygu durumlarını vermek için sıklıkla başvurduğu yakın planları, bir anlatım
dili olarak kullandığı Hormoz Farhat müzikleri, onu başarılı bir film yapmıştı.
Mehrjui, filmin başında inek ve Hassan’ın duygusal sahnelerini destekleyici,
sevgi bağını ifade eden uysal bir müzik kullanırken, Bolouriler’in belirdiği
sahnelerde gerilim dozu yüksek melodileri tercih etmişti. Hassan’ın kriz
geçirdiği anlarda ise iç içe geçen planlar eşliğinde, metalik sesleri, makine
çığlıklarını çağrıştıran müzikleri vererek gerilimin tırmanmasına yardımcı
olmuştu.
Bolouriler,
öldüğünden bihaber oldukları ineği çalmak için geldiklerinde, köylüler,
Hassan’ı çalacaklarını zannederek peşlerine düştüler. Artık onlar da inanmıştı
Hassan’ın inek olduğuna. Ne yapacağını bilemeyen insanlar, Eslam öncülüğünde
Hassan’ı şehre, doktora götürmeye karar verdi. Şehre gidenin sağlıklı
dönmediğini bilseler de, Eslam bir fikir üretiyorsa doğruydu. Hassan’ı ahırdan
çıkaramayınca iple ellerini bağladılar, bir hayvan gibi değnekle sırtına vurup
var güçleriyle çekiştirdiler sonra. İçinde bulunduğu durumu kabullenip ona göre
tavır takınan, “Ben ineğim!” diyen Hassan’ın inek olduğuna ikna olan köylüler,
kadere razı gelen bir yaklaşımla, başlarına gelenleri tepkisiz yaşamayı
sürdüren İran karakterlerinin de bir resmini çizdi. Hassan, köylülerin elinden
kurtulunca bağırmaya, durmaksızın koşmaya başladı. Bir inek gibi yamaçtan
yuvarlandı, bir inek gibi çamurlara gömüldü.
Dışarıdaki
gerçeklikle ilgilenen, doğal ışıktan ve mekânlardan faydalanarak gerçeği inşa
eden Yeni Gerçekçi İtalyan sinemasından da izler taşıdığını söyleyebileceğimiz The
Cow, insana güzel hayaller kurdurmak
yerine hakikati göstermeyi amaç edindi. Sıradan insanın hayat karşısındaki
çaresizliğiyle ilgilenen film, şiirsel ve felsefi olanın altında, siyasi ve
toplumsal olanı eritip dâhil olduğu akımın öncüsü olarak bütünlüklü ve evrensel
bir sonuca ulaştı.
İneğini
arzu nesnesi hâline getiren Hassan, sonunda ölüm trajedisiyle karşılaşsa bile
saplantı derecesinde bağlandığı gayesinden vazgeçmedi. Hassan’ın trajedisini
hazırlayan hem kaderdi hem de onu yoksunluğa sürükleyip bir ineğe sığınmak
zorunda bırakan toplumdu. Dışsal nedenler, hayata tutunmak için daha varsıl bir
sebep bulamayan Hassan’ı felakete sürüklese de, Hassan bireysel huzura
erişmişti. Bir seçim yapmak durumunda kalan insan, sonucu ne olursa olsun
seçimini kendisi yaptığı için özgürleşirdi.
Doğadan
uzakta, modern kent toplumunun ağırlığı altında tek başına yaşayan bir insan
değildi Hassan. O, kendisini inekle özdeşleştirerek özünü dışa vurdu. Öyle bir
hâl aldı ki tutkusu, kendi nesnesinin denetimine girerek, aklı, fikri ve tüm
duygularıyla birlikte özne olma konumunu yitirdi, ardından yabancılaşma
başladı. Önce kendisini, sonra toplumu tanımaz hâle gelen Hassan, başka bir
deyişle evrene karşı bir yenilgi yaşadı ancak her bir zerresiyle savaştan galip
ayrıldı. Bir rejimin boyunduruğundan, var olmanın gizli öznesinden kurtuldu.
İpini koparan bir balon gibi yükseldi. Hakikate çevrilen kamera, şiirsel ve
alegorik görevini tamamlayarak hakikatin altında yatanı izleyicisine sezdirdi.
1960’ların sonuna kadar
basit senaryolu, melodram unsurlarıyla yüklü Farsi filmlere tutunarak ayakta
kalmaya çalışan İran sineması, kendi içtimai ama bir o kadar da şiirsel olan
sesini, ancak 60’ların sonunda The
Cow ile bulabildi. İnsanı
irdeleyen ama sanatsal değerden de ödün vermeyen bir sinema mümkündü. Yeter ki
Dairush Mehrjui, Mesud Kimiai, Abbas Kiarostami, Parviz Kimiavi, Bahman
Farmanara, Majid Majidi, Mohsen Makhmalbaf, Bahman Ghobadi, Asghar Farhadi gibi
ustalar kuşak kuşak doğsun, Füruğ Ferruhzad şiirlerini yazsın, bir devrim
üstüne diğeri eklenerek sinema büyümeye devam etsindi.