Ünlü yönetmen Bahman Ghobadi'nin de oyuncu olarak karşımıza çıktığı film İran kırsalını belgeselvari bir tonda ele alıyor.
Ünlü İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin 2012 yılında Fransa’da çekmiş olduğu “Le Passe”, Türkçe adıyla “Geçmiş”; yönetmenin önceki filmlerine nazaran birkaç noktada belirgin farklılıklar göstermektedir. Bunlardan ilki filmin çekildiği mekanların tamamıyla Fransa’da bulunması, ikincisi konuşulan dilin neredeyse tamamına yakını Fransızca olması ve son olarak oyuncuların İran ya da İran ve Fransız kökenli olması.
Genel olarak filmin konusu yönetmenin alışık olduğumuz temalarından biri ile başlıyor. Film ilk olarak Ahmet (Ali Mosaffa) ile Fransa’da yaşayan Marie (Berenice Bejo) arasında yaşanan bir boşanma sürecini ele alıyor. 4 yıl önce Fransa’yı terk edip İran’a dönen Ahmet, boşanmak için eski karısının yaşadığı Fransa’ya gelir. Birkaç yıl süren birlikteliklerinden çocukları olmaz; fakat Marie’nin daha önceki evliliklerinden iki tane kız çocuğu var ve şu anda da bir tane çocuğu olan aynı zamanda kuru temizleme dükkânı sahibi olan Müslüman kökenli Samir (Tahar Rahim) ile beraber yaşamaktadır.
Başlangıçta hiçbir şeyden haberi olmayan Ahmet, olan bitenin farkına varınca durumu biraz yadırgasa da iyi niyetli ve hoşgörülü bir insan olması sebebiyle hemen olaylara dahil olur. Marie’nin daha önceki evliliklerinden olan iki kızı Lucy (Pauline Burlet) ve Lea (Jeanne Jestin) Ahmet’i geçmişte olduğu gibi şimdi de çok sever. Ahmet ile Marie, boşanma işlemini hemen sorunsuz bir şekilde hallederler. Tam boşanacakları sırada Marie Ahmet’e yeni adamdan yani Samir’den hamile olduğunu söylüyor. Bu kandırılmışlık duygusu ve son anda ortaya çıkan gerçek Ahmet’i kafasını karıştırır.
Marie’nin ilk evliliğinden olan büyük kızı Lucy, biraz depresif bir karakter. Annesinin sürekli farklı adamlarla birlikte yaşaması ya da evlenmesi Lucy’nin hayatı sorgulamasına sebep olur. Sürekli evden kaçarak tepkisini belli eder. Özellikle yeni baba adayı Samir’le olan ilişkisi oldukça sağlıksızdır. Lucy, annesinin Samir’le evlenmesini istemez.
Filmi izlerken başlangıçta aslında kötü olmayan Samir’e karşı bu kızın neden bu kadar tepkili olduğunu anlamayabilirsiniz; ancak Lucy’nin Ahmet’le konuşmaları ilerledikçe aslında kızın müthiş bir vicdan azabı duyduğundan Samir’e karşı bir savunma mekanizması geliştirdiğini görürsünüz. Samir, hala evli olan ve karısı komada olan bir adamdır. Samir, Marie ile ilişki içindeyken nedenini anlayamadıkları bir durumdan ötürü Samir’in karısı çamaşır suyu içerek intihara kalkışmış ve 8 aydır komada hastahanede yatmaktadır. Yönetmenin alışık olduğumuz şüpheci tutumu tam da burada devreye girer. Kadının intihar etme sebebi bunalımda olması mı; Lucy’nin e-postayla annesinin ve Samir’le olan ilişkisini deşifre etmesi ve kadının aldatıldığından şüphelenmesi mi yoksa kuru temizleme dükkanındaki çalışan ile Samir arasında bir ilişkiden şüphelenmesi mi? Olan biten her şey, filmin sonuna gelindiğinde bu sorularla düğümlenir ve Farhadi bizi bir bilinmezliğin içine sokar.
Beni en çok etkileyen Samir’in küçük oğlu Fuat’ın (Elyes Aguis) oyunculuğu oldu. Henüz 8 yaşında ama hayatta hep kaybetmiş bir çocuk rolünü çok güzel özetliyor Fuat. Annesi olmayan bir kadına katlanmak zorunda bırakılması, şiddete eğilimli ve aynı zamanda sevgiye ve İlgiye aç olması. Bir aileye sahip olmak istemesi ancak bunun yanında annesinin yani öz annesinin ölümünü istediğini açıkça söylemesi bize o yaştaki bir çocuğun çevresinde meydana gelen olaylardan fazlasıyla kompleks bir şekilde etkilenebileceğini gösteriyor.
Farhadi, bu filmde çemberin biraz dışına çıkarak İran kültürü dışındaki farklı bir kültürde olan insanların vicdani kaygılarına, insani değerlerine ve sorgulamalarına çok güzel ışık tutmuş. Anne-kız ilişkisindeki travmalar, eski eşlerin aslında hiçbir zaman eski kalamadığı durumlar, çocukların arada kan bağı olmasa bile şiddetle bir aileye ihtiyaç duymaları ve tabii olmazsa olmaz suçluluk duygusu… Asghar Farhadi, bu bahsettiğim her şeyi harmanlayarak önümüze iki saatlik görsel bir şölen olarak sunuyor.
Kadın ve erkek karakterleri hepsinin fiziksel olarak çok etkileyici olmaları filmin bir diğer artısı bence.
Sistemik adaletsizlik; “Metresi 6.5”
Yönetmen: Saeed Roustayi / Oyuncular: Payman Maadi, Navid Mohammadzadeh, Parinaz Izadyar, Farhad Aslani, Houman Kiai, Maziar Seyedi, Ali Bagheri, Marjan Ghamari / Süre: 131 dakika
“Ev Hayat Dolu” sloganıyla yayın akışını güncelleyerek dünya sinemasının en prestijli filmlerini ekrana getiren Türkiye’nin kültür sanat kanalı TRT 2’nin 13 Haziran tarihli yayın kuşağında yer alan ve ilk defa televizyonlarda gösterilecek olan Metri Shesh Va Nim (Just 6.5), İran sineması tarihinde en çok gişe geliri elde eden, katıldığı pek çok festivalde övgüyle karşılanan ve Venedik Film Festivali’nde ayakta alkışlanan sürükleyici bir polisiye gerilimi.
Filmin orijinal ismi basit ve alçakgönüllü bir başlık gibi görünüp, Türkçe çevirisi her ne kadar kafa karıştırıcıysa da aslında işaret ettiği şey oldukça önemli ve acımasız.
Ülke sınırları içinde uyuşturucuyla teması olan vatandaşlarının sayısına atıfta bulunan filmin adı; 83 milyon İran nüfusunun 6,5 milyonunun ara sıra uyuşturucu kullandığına dair acı veren ve dikkat çeken istatiksel bir bilgi.
Dünyanın en büyük afyon üreticisi Afganistan’a olan yakınlığı, yüksek işsizlik ve sefalet gibi önüne geçilememiş başlıca sorunlar nedeniyle bu, İran’da giderek yaygınlaşarak uyuşturucu bağımlılığına yol açan ve haliyle sorunla mücadelenin kapsamı da aynı oranda yaptırımlarını artıran bir konu.
Uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama sayesinde sınırsızmış gibi görünen bir zenginlik elde eden ve bir noktadan sonra işler ters gitmeye başlayıp tepetaklak olduklarında tüm karizmalarını kaybeden uyuşturucu baronlarının tasvirlerini ve bu narkotik ağlarıyla mücadele eden yetkililerin kovalamacasını ele alan sayısız film nedeniyle eminim zaten bu konuya oldukça aşinasınızdır.
Ancak Batılı bir bakış açısıyla çekilen bu filmlerin çoğu her geçen gün giderek yaygınlaşan bu soruna yol açan çeşitli sosyal dinamikler üzerinde durma noktasında çok da tatmin edici değillerdir.
Filmin hem senaryosunu yazan hem de yönetmen koltuğuna oturan Saeed Roustayi, kariyerinin ikinci uzun metrajlı bu filminde, tüm bu sosyal dinamikleri hasıraltı etmeden İran’daki uyuşturucu savaşının her iki tarafını da ele alarak olayları hem kahramanın hem de kötü adamın yükselişini ve düşüşünü her iki karakterin penceresinden ele alarak eşit derecede aktarıyor ve seyirciye empati kurmanın kapılarını aralıyor.
Gerilimli aksiyon ve bol tartışmalı sorgulama sahneleri ve klostrofobik iç mekân hapishane tasarımlarıyla da seyirciyi oldukça sarsıcı bir sona doğru sürüklüyor.
Bir polisin anatomisi
İran kolluk kuvvetlerinin ülkenin gelişen narkotik ticareti ile uğraşma girişimlerinin kasvetli bir resmini çizen film, bu tür hikayelerin olmazsa olmazı bir ev baskını ve mahalle aralarındaki kovalamaca sahneleriyle başlıyor ve olaylar bu noktada gelişiyor.
Tahran’da güçlü bir uyuşturucu tacirini yakalamak için düzenlenen operasyona liderlik eden polis memuru Samad, düzenledikleri bu baskın sonucunda şüpheliyi ellerinden kaçırdıklarında canı iyice sıkılıyor.
Çünkü bu olayın onun siciline işlenecek bir başka başarısızlık olarak kayda geçmesini istemiyor.
Operasyonda birlikte çalıştığı; oğlunun kaçırılmasından ve ölümünden sorumlu bir uyuşturucu patronundan intikam almaya odaklanan ve bunu hayatının amacı haline getiren dedektif Hamid de dahil olmak üzere Samad’ın iş arkadaşları, Samad için örtbas ettikleri evrak miktarını artık hatırlamıyorlardır.
Ama bu olayı öyle kolayca örtbas edebilmeleri de şimdilik pek mümkün görünmüyor.
Samad, mesleğinde ilerleyebilmek için erkeklerin evlenmesini şart koyan kuralları eşinden boşanması söz konusu olduğu için yerine getiremediğinden terfi edebilmek için ancak bu operasyonu kısa süre içinde başarıyla sonuçlandırması gerektiğine inanıyor.
Uyuşturucu satıcılarını yakalamak İran’ın yargı sisteminin bir önceliği olduğundan ve devam eden davalarda hakimler ceza ile ilgili her an kararlarını değiştirebileceğinden Samad’ın bu operasyonda kendisini çabucak kanıtlaması gerekiyor.
Haliyle hem kendi evliliğindeki sorunlar hem de daha fazla statü ve güç elde etmesini sağlayacak olan tüm bu koşullar onu bu süreçte daha hırslı ve acımasız bir hale dönüştürüyor.
Böylesi bir operasyonda yasalar Samad’ın tarafındaysa da onun bu süreci yönetme gayreti insanlık dışı eylemlerin sınırında dolaşıyor.
Hatta karakteri, biraz üzerine gidilse bu işte rüşvet kabul edebileceğine bile işaret ediyor.
Hayata dönüş operasyonu
Uyuşturucu fiyatları düşüp, çocukların hapse atılmayacağı yanılgısıyla hapları çalmak ve dağıtmak için çocukları bu yönde eğiten suçlular, yasadışı maddeleri hemen hemen herkese satmaya başladığında, polis memuru Samad patlayan bu ticaretin ana kaynağı olan Naser Khakzad’ı bulmak için büyük bir çaba sarf ediyor.
Samad’ın peşinde olduğu bu uyuşturucu baronunu ele geçirme takıntısı onun tüm ahlaki duruşunu dışa vururken biraz tahmin biraz da şans eseri nihayet lüks bir çatı katı dairesinde Naser polislerin ağına düşüyor.
Fakat, polisler onu bulduğunda Naser neredeyse ölüdür; planladıklarının aksine bir hayata döndürme operasyonuna dönüşen bu baskınla onu bir intihar girişiminden kurtaran ekip istediklerini elde etmeden ona bu ölüm fırsatını vermeyecek gibi görünüyor.
Ancak ölüm cezaları İran’ın adalet sisteminde yaygın olduğu için Naser her ne kadar yeniden hayata dönmüş olsa da işlediği suçlar nedeniyle bir ölüm cezasıyla da karşı karşıya kalıyor.
İran sistemindeki bu ölüm cezaları yüzünden suçlular hayatta kalmak için ne kadar istekliyse, polisler de darağaçlarını bir pazarlık aracı olarak kullanmakta bir o kadar özgürce hareket ediyor.
Bu yüzden uyuşturucu ticaretindeki başarısıyla Tahran’ın güvenliğini ve sosyolojisini bozduğu iddia edilen Naser, polisin bu sorgulama sürecindeki suçlamalarından tüm imkanlarını kullanarak kurtulmaya çalışıyor.
Samad ve Naser arasındaki bu gergin sorgulama süreci ikilinin hararetli tartışmalar yaşadığı anlara dönüşüyor.
Her ikisi de bu tartışmalar sırasında kendilerinin birer çark olduklarını anlıyorlar.
Ama çabalarının, yoksulluğun yaygın olduğu bir şehirde uyuşturucu talebini artırmak veya azaltmak için pek bir etkisi olmayacağı gerçeği de bir noktadan sonra kendini açık ediyor.
Sinemanın amacı başka ne olabilir ki? Empati kurmak her şeydir. Nihayetinde bu tartışmalar seyirciyi kime, neden inanacağı noktasında emin olamayacağı bir ikilimde bırakıyor.
Doğu ve Batı’nın ustalıklı bir sentezi
Yoğun diyaloglarıyla neredeyse tamamı ateşli bir tartışmanın içinde geçen, hızlı başlangıcıyla bir Hollywood aksiyon filmi kadar heyecan veren, ancak İran sistemine ilişkin sistemik adaletsizlik ve geniş kapsamlı yoksulluk gerçeğine karşı suç, ceza ve rehabilitasyon kavramlarına yönelik keskin eleştirileriyle filmi başka bir noktaya taşıyan Saeed Roustayi, İranlı usta Asghar Farhadi gibi Doğu ve Batı sinematik geleneklerini en iyi şekilde harmanlamayı başarıyor.
Sorunların katman katman ortaya çıktığı filmde yönetmen İran toplumuyla ilgili mesajı hakkında hiçbir şeyden ödün vermeden, ülkesinin dışında nadiren anlaşılan belirli bir İran yaşamı kesitini hem teknik hem de sinematografik ustalıkla aktarıyor.
Okyanus üzerinde iken uçakları kaza yapan otuz kadar Amerikan askeri okul öğrencisi yakınlardaki ıssız bir tropikal adaya çıkarlar. Kazada...